Azgelişmiş dünyaya ait ülkelerden (ağırlıklı olarak kırsal ve köylü bir nüfusa sahip ülkeler), gelişmiş dünya ülkelerine (kentsel ve endüstriyel uygarlığın hâkim olduğu ülkeler) doğru gerçekleşen günümüz göç hareketleri, eski iç göçlerle, yani bu ikinci tip ülkelerin her birinin bir dönem tanık olduğu kırdan kente göçle benzerlik taşımaktadır. İnsan topluluklarının biri işçileri diğeri aileleri kapsayan bu iki tip hareketi aynı mantığın ürünüdür ve her ne kadar zaman ve mekân açısından birbirlerinden çok ayrı olmalarının ötesinde, kıyaslanamayacak alan ve uzaklıklarla ilgili olsalar da, kaynaklarını aynı toplumsal ve ekonomik nedenlerden alırlar. Farklı bağlamlarda, benzer tabiatlı neden-sonuç ilişkilerinin gereklerine uyan günümüz uluslararası göçleri -ki çoğunlukla üçüncü dünya ülkelerinden kaynaklanırlar-, kendilerine özgü bir şekilde dünün iç göçlerini yeniden üretir ve bu tarihi devam ettirirler. Şu farkla ki, sanayileşmiş ülkelerdeki kırdan kente göçler, ulusal sınırlar içinde, yani ulusal topraklar üzerinde, aynı nüfus kitlesi dahilinde, aynı “devletin” iktidar alanında, kısaca ulusal olanı belirleyen unsurlar temelinde gerçekleşmiştir. Oysa ele aldığımız iki durum arasındaki benzerlik ve süreklilik ancak devlet fikrine belli bir mesafede durarak bakıldığında görülebilir. Ne var ki, devlet fikri bu alanda herhangi başka bir alanda olduğundan çok daha fazla oranda kendi varlığını dayatır ve böylelikle ulusal olan ile ulusal olmayan arasındaki keyfi -fakat bir o kadar da yerinde- olan ayrıma, kaçınılmaz devlet kıstasını da dayatmış olur.
“Uzun süren geçici” olgusunun temel çelişkisi zamansal düzenden mekânsal düzene geçer: aslında olmadığımız bir yerdeki varlığımızı nasıl sürdürebiliriz? Bununla bağlantılı olarak, sadece kısmen var olmayı nasıl becerebiliriz? Bedenen olduğumuz yerde manevi açıdan olmamaya nasıl alışabiliriz?
Bu durumda yapılması gereken, bir süreliğine sınırların veya sınırların siyasi etkilerinin varlığını gözardı etmek veya en azından gözardı ediyormuş gibi yapmaktır. Ancak, acaba bunu yapmamız gerçekten mümkün mü? Toplumsal ve siyasi dünyayı biçimlendirmemizi ve düşünebilmemizi sağlayan düşünce kategorilerimize önemli ölçüde bağlı olan uluslararası göç olgusu ve onun, içeriden dışa göç (emigration) ve dışarıdan içe göç (immigration)** olarak ifade edilen iki bileşeni, yani her ikisi de devletçe tanımlanan toprak parçalarının birinden diğerine göç, devletin düşünce kategorilerinin dışında düşünülebilir mi?
“İşçi göçleri” olarak bilinen ve en eskileri 19. yüzyıla dayanan, en yenileri ise halen süregiden göçlerin ortaya çıkışını yeniden kurgulama girişimimiz ancak söz konusu göçler ailenin tümünü değil sadece işçileri içerdiğinde (özellikle de bu göçler gidiş-geliş (veya turn-over) diye tanımlanan alternatif biçime sahip olduklarında) gerçeklik kazanır. Aynı düşünce dizgesini izlersek, siyasal bağlamlardan kaynaklanan kitlesel nüfus hareketleri haricinde, ekonomik nitelikli tüm göçler tek başına işçilerin göçü olarak başlamıştır. En başından beri kitlesel göç*** olarak nitelenen veya bugün öyle görülen göçler, yani ailesel göçlerin (özellikle 1840 ile 1920 arasında Avrupa’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne olan göçler buna örnektir) dahi temeli işçi göçüdür. Buna karşılık, en baştan itibaren yalnızca erkekleri kapsayan geçici göçler olarak bilinenler de (yirminci yüzyılın başından son yıllara kadar süren Fransa’daki Cezayirli işçilerin göçü) eninde sonunda ailesel göçe dönüşüp kitlesel göç halini alır. Bu dönüşümler nasıl gerçekleşmektedir?
Cezayir’den Fransa’ya göç, bu ve başka bir çok konuda oldukça ilginç bir örnek teşkil eder. Öncelikle ortaya çıkış koşulları açısından bunu söylemek mümkün. Hoyrat ve topyekün bir sömürgeleştirmenin ürünü olan bu göçün şiddeti ve önemi, her alanda (iktisadi başta olmak üzere siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda) yaşanan dönüşümlerinkine eşittir. Cezayir’in sömürgeleştirilmesinin “örnek oluşturması”, şüphesiz, sömürge olgusunun iki farklı anlamını yeniden ortaya çıkaran iki yönünü bünyesinde birleştirmiş olmasından kaynaklanır: yoğun ve topyekün bir sömürgeleştirme, insan topluluklarının sömürgeleştirilmesi, yalnızca toprağın, malların, zenginliğin, yerüstünün ve yeraltının değil, aynı zamanda insanların ve zihinlerin -ya da söylenegeldiği gibi- “bedenin ve ruhların” sömürgeleştirilmesi ve üstelik görece erken bir sömürgeleştirme. Bu şartlar altında, böylesi bir olgunun yol açtığı majör etkilerin (kendilerini ortaya çıkaran sebep yok olduğu halde çoğu durumda varlıklarını sürdüren etkiler) arasında istisnai veya “örnek” bir dışa göç / içe göçün de bulunması kaçınılmazdı: bir yandan, yoğunluğu, sayısal önemi, zamanda (İkinci Dünya Savaşı sırasında kısa bir ara dışında hemen hiç kesintiye uğramadı) ve mekanda (göç alan toplum mekanı ve göç veren toplum mekanı: birincisi sonunda İkincisinin kısıtlı bir yansıması halini alır) gösterdiği süreklilik, toplam süresi vs.; diğer yandan, kendine özgü düzenlenme biçimleri, burada (gelinen ülke söz konusu olduğunda) var olup, orada (terk edilen ülke söz konusu olduğunda) olmayış, ve özellikle de, sömürgeliğe bağlı bir göç olması nedeniyle erkenliği (bir zamanlar “sömürge işçiler” denirdi, ki bütün Birinci Dünya Savaşı süresince bunların toplam sayısı 240.000 idi: askerliğini yapmakta olan, gönüllü yazılmış veya işçi olarak gelmiş tam 240.000 Cezayir’ li erkek, başka bir deyişle 20-40 yaşları arasındaki erkek nüfusunun üçte birinden fazlası1). Bu göç, şüphesiz, Fransa’nın hatta Avrupa’nın tanık olduğu, kaynağını Avrupa’nın içinden almayan ilk göçtür. Cezayirli işçilerin Cezayir’den Fransa’ya doğru yaptıkları göç hareketinde, sömürgeliğin önemli bir payı olmasının esas unsurlarından biri, bu sistemin toprak yapısının temellerini parçalayarak geleneksel ekonomiyi yok etmesi ise, bir diğeri de kabile ve kabile örgütlenmesine vurduğu darbeler yoluyla toplumsal düzenin dayandığı iskeleti darmadağın etmesidir.
Cezayir’den Fransa’ya yönelen göçün -ki bugün artık birçok göç dalgasından biri konumundadır- ortaya çıkış aşamalarını gözden geçirmek, Cezayir’deki göçmen adaylarının karşılarında başka bir seçenek yokmuşçasına neden yalnızca Fransa’ya yönlendiğini anlamamızı sağlayacaktır. Toprak sisteminde, mülkiyetin dağılım yapısında, üretim ve değer yaratma biçimlerinde, hatta piyasada ve tarımsal ürünlerin ticarileşme döngülerinde vs. meydana gelen her türlü dönüşüm, nasıl ki eski göçlerin kökeninde yatıyorsa, bugün hemen her yerde görülen iş bulma amaçlı göçlerden de sorumlu tutulabilir. Bu kriz durumları, buradaki ve oradaki kırsal nüfusu (ve bu nüfusun en yoksul kesimlerini) kendi toprağına, kendi arazisine, ayrıca da köylü ethos’ unu oluşturan bütün bir yaşama sanatına, varoluş biçimine, düşünce ve eylem tarzlarına, dünyayı algılama şekline bağlayan göbek bağını koparıp atmıştır. Bununla da kalmamış, uzun zaman boyunca, benliklerinin en derininde “cemaat- çi” insanlar olmuş, yani (ideal durumda) ancak bir grubun üyesi olarak var olmuş insanları bireyselleşmeye itmişlerdir. Bu kopuş işleminin gerçekleşmesi ve yayılması yavaş yavaş olmalıdır ki, geleneksel köylü bu süreç için uygun olduğunun bilincine varsın, gerçek göçmen olma beklentisindeki potansiyel göçmene dönüşsün, ya da bir başka deyişle, uygun hale getirildiğini, yani göç macerası ve buna bağlı olarak, proleterleşme macerası (ki bu kendisini bekleyen en iyi ihtimaldir, zira maalesef proleterleşeme- me durumu da nadir değildir) için “özgür” olduğunu keşfetsin.
Ele aldığımız bütün bu nedenler, göç olayının ancak toplu olarak varedilen ve herkesçe paylaşılan bir dizi yanılsamaya dayanması koşuluyla kendini tasarlayıp ortaya çıkarabileceğini ve varlığını sürdürebileceğini gösterir. Dışarıdan gelmiş -yani yabancı- bir göçmenin varlığı, hukuki anlamda geçicidir ve kendisinin dışında bir nedene ve amaca -ki bu /iştir- bağlı bir varlıktır. Bu bağlamda, göçmen mevcudiyetini sürekli meşrulaştırma ihtiyacı duyar (Pierre Bour- dieu’nün “devlet mantığı” dediği olgu yoluyla). Ulus içinde yaşayan ama ulusal olmayan bir varlık, siyasal olandan dışlanmış demektir. Dıştan gelen göçün yalnız ekonomik boyuta indirgenmesi de olayın bir diğer çelişkisidir. “Uzun süren geçici” olgusunun temel çelişkisi zamansal düzenden mekansal düzene geçer: aslında olmadığımız bir yerdeki varlığımızı nasıl sürdürebiliriz? Bununla bağlantılı olarak, sadece kısmen varolmayı nasıl becerebiliriz? Bedenen olduğumuz yerde manevi açıdan olmamaya nasıl alışabiliriz? Bir yanda kökenimizin ait olduğu toplumun ce- maatsel düzeni, diğer yanda, göç sürecinde keşfettiğimiz, maruz kaldığımız ve öğrendiğimiz “bireysel” düzen arasındaki çelişkidir yaşanan. Sosyal evrenini oluşturan tüm bu kaçınılmaz çelişkilerle acı bir biçimde karşı karşıya gelen göçmen, ne bunları orada ve o anda çözüme kavuşturacak, ne de göç durumuna son vererek bunlardan kaçacak güce sahip olduğu için, kendi toplumsal ve ruhsal dengesini tehlikeye atmak pahasına bunlar yokmuş gibi davranmak durumundadır.
Hiç durmadan artan rol yapma ve duygu gizleme halinin dağılmaya başlaması için epey zaman geçmesi gerekmektedir. Hayal kırıklığı, maskelerin düşmesi, göç olgusunun tüm nesnel gerçekliğiyle ortaya çıkması… yanılsamalarla dolu bir sürecin sonuna yaklaşıyoruz! Fakat büyünün bozulması, çelişkileri dile getirmekten, sahip olduğumuz keder hissini arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bahsettiğimiz dağılmanın hem nedeni hem de sonucu olan ve Cezayir’den işçi göçünün toplum için taşıdığı anlamda değişikliğe işaret eden ailesel göçün ortaya çıkışı önceki durumdan kopuşun kanıksanmasına yol açtı. İşçilerin yalnız başlarına göç etmesine işaret eden önceki durum ise tüm bu yanılsamalardan beslenmiş olduğu kadar onları da besleme ihtiyacı duymaktaydı.
Cezayir göçünü “örnek” hale getiren bir diğer unsur, oldukça geç dönemde, ailesel göçe dönüşüm biçimidir. Bir tarafta işgücüne dayalı dışa göçler ve içe göçler, diğer tarafta esas olarak nüfuslandırma amacı taşıyan dışa göçler ve içe göçler olarak, göç konularında alışılmış ikili ayrım dile getirildi. Bu İkincisinde “çalışma işlevi”, “nüfuslandırma işlevi” nin ancak ikinci ve ikincil bir unsurudur. Bu şekilde ayrıştırılmış olan göç biçimleri özerk varlıklar haline getirilip, sanki tepeden tırnağa karşıtlarmış ve birini diğerinden ayrı olarak seçmemiz mümkünmüş gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bu ayrım a priori yapıldığında, bu göç çeşitlerinden herbiri, onun hakkında ne görmek istiyorsak ona bürünmeye, onun ne olmasını ve nasıl devam etmesini arzu ediyorsak öyle olmaya ve öyle kalmaya mahkûmdur: sonsuza dek biri işgücü göçü, diğeri de nüfuslandırma göçü olur böylece. Bu şekilde ayrıştırılan iki göç tipinin bir süreklilik veya bağ yoluyla birleşebileceği, İkincisinin ilkinin uzantısı ve türevi olabileceğini öngörmek dahi söz konusu olamaz. Oysa, çok uzun zaman boyunca, işgücü göçünün örneği olarak düşünülen Cezayir göçü, beklenmedik biçimde bir “kitlesel göç” halini aldı. Bununla birlikte, tarafların hiçbiri, ne göçle gelinen toplum, ne dışına göç edilen toplum, ne de bizatihi göçmenler (göç eden-göçle gelen), kendine özgü nedenlerden dolayı, kimse bu gerçeği açıkça kabul etmeye ve bundan birtakım sonuçlar çıkarmaya yanaşmıyor.
Dışa göç kendini sorguluyor. Eğer bulaşıcı ise, bunun nedeni, sonuçların yeniden sebep halini aldıkları, kendilerini ortaya çıkaran ilk nedeni güçlendirip süregitmesini sağladıkları toplumsal süreçlerden biri olmasıdır. Pek çok faktörün karışıklık yaratacak şekilde bir araya gelme ediminden ve buna bağlı topye- kün altüst oluştan doğan dışa göç hareketi, bu altüst oluşu derinleştirmekle kalmaz, grupla ve onun me- kansal-zamansal ritmiyle, faaliyetleriyle, kısacası grubun temel yapıtaşı olan topluluğa özgü değerler ve yargılar sistemiyle yaşanan kopuşa katkıda bulunur. Bütün ülke toprağına ve tüm toplumsal katmanlara yayılması, ayrıca uzun süre devam etmesi nedeniyle bu kopuş, geri dönüşü olmayan etkilere yol açar. Bu aşamada dışa göç artık en baştaki mükemmelen düzenlenmiş ve yönlendirilmiş halinden uzaktır. Ve ne zaman ki grup artık erkeklerinin dışa göçünü denetleme ve düzenleme konusunda güçlük çeker, işte o andan itibaren ailelerin dışa göçü başlar. Bunun için grubun üyelerini birbirine ve herbirini gruba bağlayan bağlar zayıflatarak grubun çözülmesi işinin epey ilerlemiş olması gerekir. Ailesel göç olan ikinci tip göçün başlaması için birinci tip göçü (tek başına erkeklerin göçü) başlatan nedenlerin ağırlaşmış olması gerekir ki, bu genellikle dışa göçün kendisinin yarattığı bir etkidir. Bu son aşamada, bütün bir göç süreci grubun ahlaki denetiminin, yaratabileceği sansürün dışına çıkar: sosyal baskı, utanç duygusu vs. gibi caydırıcı etkiler göç üzerinde artık hiçbir işe yaramaz.
Cezayirli ailelerin Fransa’ya göç etmekte olduğunun ilk sinyalleri İkinci Dünya Savaşı’ndan önce alınmaya başlamıştı. En azından en büyük altüst oluşu yaşayan bölgelerde böyle olmuştur; bu bölgeler birinci göç tipine en fazla katkıda bulunmuş olsa veya olmasa da (erkeklerin göçü ilk başta toplumsal yapının iyice oturmasını sağlamış, öyle ki bu denge bu tip göçün koşulu olmuştur) çoğunlukla her anlamda sınırda kalan bölgelerdir: hem fiziksel (dağın eteklerinde yer alan, farklı rölyefler arasında bağlantı sağlayan bölgeler), hem de kültürel (dağlıların gruplanmış yaşam alanları ile ovadakilerin dağınık yaşam alanları arasında; Berberilerin yoğun olduğu bölgelerle Arapça konuşanların oturduğu bölgeler arasında; kırsal arazilerle kentlerin çeperleri arasında) anlamda bir sınırda olma durumudur bu. Bu tür bölgelerdeki işgücü, Fransa’ya doğru uzak bir dış göç yerine, sömürgeciliğin tarım işletmeleri hizmetine, yani iç göçe yönelir. Cezayir kaynaklı gerçek bir ailesel göç için 1950’leri beklemek gerekecektir. Cezayir’in bağımsızlık savaşı yılları, doğrudan (özellikle kırsal alanlarda hissedilen güvensizlik) ve dolaylı etkileri ile (kırsal, bilhassa da dağlı nüfusun ordunun kontrolü altındaki bu amaçla kurulmuş merkezlerde “toplanması”), kadınların ve daha çok ailelerin göçü için, Birinci Dünya Savaşı’nın erkeklerin göçünü başlatan koşullarına benzer koşullar doğurmuştur. Her iki durumda ve şüphesiz ilkinden çok İkincisinde, savaş ve onun getirdiği yaptırımlar zorlayıcı sebep olmuş, olaylar için gereken ortamı hazırlamış, kimsenin itiraf edemediği şeylerin dile getirilmesi için bahane görevini görmüştür. Uzun zaman boyunca, ailesel göç, topluluk kurallarını ve grup ahlakını çiğnemek üzere olduklarının farkında olan göçmen ve eşi için (bireysel olarak) arzu edilir bir olguyken bile, utanç verici ve saklanmaya çalışılan bir edim olarak hissedilip yaşanmaktaydı, o kadar ki, köyün gece vakti terk edildi- ği durumlar nadir değildi. Fransa’ya ailelerin göçünün güpegündüz, hiçbir gizleme, hiçbir çekinme olmadan yapılabilmesi için, ailelerin paramparça oluşunun yaygınlaşması, çekirdek ailenin ortaya çıkmasıyla uç noktasına ulaşması ve Cezayir şehirlerine olan kırsal göçün (ki bunun büyük bölümüne Fransa’ya göç neden olmuştur) bütün bir köyü kapsaması gerekliydi.
Kuşkusuz bütün göçmenlerin zihnini kurcalamış bir takıntı, bir cazibe unsuru, tüm projelerini işgal etmiş bir fikir olan ailesel göç, kesintisiz işçi göçünden yaklaşık yarım yüzyıllık bir gecikmeyle ortaya çıkmıştır. Gidilen toplumun gösterebileceği onaylamama ve karşı koyma gibi tavırları (katı bir ekonomik yaklaşımla iş piyasası ön plana alınıp bakılırsa, işçi erkeklerin tek başlarına göç etmesi, aileleriyle birlikte göç etmelerinden daha “avantajladır) önemsemezlik etmeksizin şunu söyleyebiliriz ki bunlar, göçle ayrılı- nan toplumun gösterdiği hoşnutsuzluk ve yasaklamalara kıyasla bir hayli ikinci planda, hatta anlamsız kalır. Herşey sanki, Cezayir’i terketme esnasında gayet iyi yapılmış olan sansür işinin (ki bu aynı zamanda bir önleme ve koruma işidir) Fransa’ya yerleşme söz- konusu olduğunda yapılması gerekli değilmiş gibi bir hale bürünür. Göç alan ülke açısından bakıldığında da, henüz kendini sunmamış, dillendirmemiş, şu ana kadar talep edilmemiş ve şu anda da edilmeyen, hatta toplumsal olarak tersi iddia edilen ailesel göçün istenmemesi olası olsa bile, bu bağlamda sansür eylemi de kendini, Fransa’da cesaret kırma, denetleme ve düzenlemeden muaf tutmuştur. Böylece, ailesel göç, birinci göç tipinin kapsamında, yani ilk göçmenin tutumlarında yer almış olsa da, yalnızca işçi göçmenlerin başlattığı sürecin hayal edildiği ve beklendiği şekilde nihayetine ermesi olabilir. Kadınların ve çocukların eklenmesi ile göçün sayısal bir artış yaşamasından, göçmenlerin çoğalmasından ibaret değildir. Olayın tabiatında bir değişiklik yaratır, niceliğin ötesinde, niteliksel bir değişimdir sözkonusu olan: başkaları adına ve başkalarının zenginliği için çalışan göçmen işçi -her ne kadar, işçinin kendisinin kabul ettiği ve genel mantığın söylediği gibi, işçi başkalarının yanında ve başkalarının refahı için çalıştığında, aynı zamanda kendisi için, kendi refahı, ailesinin, içinde bulunduğu grubun ve köyünün refahı için de çalışıyor olsa da-, ailesel göçün bir parçası haline geldiğinde artık salt işçi olmaktan çıkıp can veren kişiye dönüşür. Göçmen, gelecek kuşaklar için işçilik yapar, başta kendisininkiler için, ama nesnel olarak bakıldığında, istese de istemese de, başkalarınınkiler için de.
Sonuç olarak, bütün bu saydıklarımız ve daha başka pek çok nedenden ötürü, ailesel göçü tek başına erkeklerin göçüyle aynı düzlemde göremeyiz; zira aile göçü yalnızca çalışma düzleminde ele alınamaz. O başka bir şeyle, kendine benzetme (‘assimilation) ile ilgilidir; bu toplumsal gerçekliği betimlemek için türetilmiş, az veya çok yumuşatılmış hangi tabiri kullanırsanız kullanın böyledir bu: uyumlu hale getirme (adaptation), bütünleşme (integration), içine alma (in- sertiori)… Tüm bu terimlerin, sosyal ve politik verimini yitirmiş, veya tarih (özellikle, hiç de tarafsız olmayan sömürgecilik ve göç tarihleri) tarafından biraz fazla haksızlığa uğratılmış olmalarına bağlı olarak kendilerine özgü birer sosyal tarihleri vardır. Kimse bu konuda hayale kapılmaz; ne ailelerin ülke dışına göç etmelerinden endişe duyanlar (zira böylesi bir durum toplumsal yapının bütünlüğünü tehlikeye atma, göç eden ailelerin çözülmeye uğrayarak gittikleri toplumla birleşmesi, bu toplumla az çok yavaş ve az çok bütüncül, ama ne olursa olsun kaçınılmaz bir özdeşleşme yaşaması gibi riskler taşır); ne de “kendine benzer kılınamaz (asimilasyonu olanaksız)” veya zorlukla “benzer kılınabilir (asimile edilebilir)” oldukları bilinen (ki bu gerçek bir bilgiden ziyade bir önyargı niteliğindedir) ve bu şekilde ifade edilen ailelerin ülkelerine gelmesinden tiksinti duyanlar. Peki, “iş göçü” ile “ailesel göç” (yani nüfuslandırma) arasındaki klasik ayrım, (etik) tarafsızlık görünümü altında, teknik (yani apolitik) olma iddiası taşıyan kelimelerin ardına gizlenerek ve nesnel olduğu izlenimi uyandırarak, “bize” neredeyse tümüyle benzeyen göçmenler ile, “bizden” mutlak anlamda farklı, “bize” benzemez göçmenler arasında a posteriori bir ayrım yapmanın üstü örtülü bir yolu değil midir?
Böylece, bir tarafında “kitlesel göç” haline gelmeye layıktır hükmünü verdiğimiz -ve ihtiyaç duyulursa o hale gelmesine yardım edeceğimiz- göç, diğer tarafında da, gerçeklik bambaşka olsa bile inatla “işçi göçü” olmaya mahkum ettiğimiz -ve ihtiyaç duyulursa öyle kalması için gayret göstereceğimiz- göç bulunan ikili bir ayrım ortaya çıkar. Burada içsel, nesnenin kendisine özgü bir çelişki vardır: çalışma veya nüfus- landırma, çalışma ve nüfuslandırma; bunlardan ilkinin gerçekleşmesi ancak, onun aynı zamanda İkincisi de olduğu ve İkincisinin olmasını sağladığını gözardı etmesiyle mümkün olur, aynı şekilde İkincisi de kendisinin bu şekilde ortaya çıktığını gözardı ederse gerçekleşebilir. Eğer göç siyaseti (göçmen alan her grubun yapması gereken siyaset) “çalışma” ve “nüfuslan- dırma” arasında ayrım yapma durumundaysa, en iyi -hatta mümkün- tek siyasetin, siyasetsizlik olması gerekir; siyaset ile düzenlemeyi birbirine karıştırmamak ve ilkini İkincisine indirgememek koşuluyla, bu konuda siyasetsizlik hâlâ bir siyasettir. “Devlet man- tığı”nın entelektüel bir gerekliliği olan öz ile ilgili bu belirsizlik günümüzde sorgulanmaktadır: zamanında öncü rolü oynamış ve uzun bir dönem boyunca tarihinin bir parçasını oluşturan bu iki aşamayı birbirinden ayrı yaşamış olan Cezayir göçünün tersine ideal olarak sadece “işgücü göçü” (coğrafi olarak gittikçe daha uzaktaki üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçler) olarak kalması gereken göçler giderek aynı zamanda “ailesel göçler” olmaya kalkışmışlardır.
Notlar
1- Bkz. C. R. Ageron, Les Algériens Musulmans et la France (1871-1919), Paris, PUF, 1962, 2 cilt.
* Bu makale Abdelmalek Sayad’ın ölümünden sonra yakın arkadaşı Pierre Bourdieu tarafından derlenen makalelerin yer aldığı La Double Absence. Des İllusions De l’émigré aux Souffrances de l’Immigré (Paris: Seuil 1999) adlı kitabının en sonunde yer alan ve kitaptaki görüşleri toplu olarak ele alan “Recaputulation” (Özet) adlı bölümün (s. 417-426) çevirisidir. Kitabı özetleyen bir makale olması nedeniyle, kitabın başlığını isim olarak vermeyi uygun gördük. (ç.n)
** Burada, Türkçe’de uygun bir karşılığı bulunmayan bir kavramla karşı karşıyayız.
Fransızca’da göç kavramı ikiye ayrılmış durumdadır: bir ülkeye dışarıdan olan göçler immigration (içe göç), ülke içinden dışarıya doğru olan göçler émigration (dışa göç) olarak isimlendirilmiştir. Yazar, Cezayir’den Fransa’ya olan göçü, hem Cezayir’in dışarıya göç vermesi, hem de Fransa’nın dışarıdan göç alması açılarından ele alıyor. Türkiye toplumu için “göç” kavramı daha çok ülke içi hareketlilik veya Almanya başta olmak üzere yurtdışına yapılan göçleri ifade ettiği, içe göç edenler için Türkçe’de en uygun karşılığın “muhacir” olabileceği, ancak bu terim de belli tarihsel ve sosyal bir anlama sahip olduğu için terimleri, gerektiği yerlerde, içe göç / dışa göç olarak vermeyi uygun gördük (ç.n.).
*** Metnin orijinalinde “peuplement” olarak geçen ve bir nüfusun bir bölümünün değil, o grubu oluşturan tüm bireylerin göç etmesi anlamına gelen kavram için Türkçe’de en uygun karşılık “nüfuslandırma olabilir”; ancak bu terimin dış bir güç zoruyla (iskan gibi) bir nüfusun bir yere göç ettirilmesi anlamı taşıması nedeniyle, çeviri yaparken, daha uygun olduğunu düşündüğümüz yerlerde söz konusu terimi “kitlesel göç” terimiyle karşıladık (ç.n.).
Abdelmalek Sayad
Not: Bu çeviri makale ilk olarak Toplum Bilim dergisinin “Göç Sosyolojisi Özel Sayısı”nda yayınlanmıştır.