Sömürgeciliğin önemli meselelerinden biri, sömürülen halkların geliştirdikleri direniş yöntemleriyle başetmek oldu. Sömürüye maruz tutulan toplumların, ekonomik ve sosyal olarak yeniden yapılandırılma sürecinde tüm kültürel öğelere müdahale edildi. Uzak Asya’dan, Güney Amerika’ya dek bütün dünyanın “medenileştirildiği” bu dönemde halklar çeşitli şekillerde direniş gösterirken, sömürgeciler de bu direnişi kırmanın yollarını aradılar.
Hem kişi hem toplumlar için danslar dilin kendisi kadar kadim ifade biçimleri. İnsan bedeninin, ritm duygusuyla hareketlendiği bu faaliyet, kültürel kimliklerin de en güçlü öğelerinden biri. Kültürün direnişe geçtiği zamanlarda da danslar en güçlü sığınaklardan biri olageldi. Sömürenler için yerli halkların danslar aracılığıyla direnişi sürdürmesi rahatsız ediciydi. Kimi fazla savaşçı, kimi fazla barışçı, kimi müstehcen, kimi vahşi, kimi miskin sıfatlarıyla aşağılandı. Yine benlik duygusunda olduğu gibi danslara duyulan tutkulu bağı kırmak da hiç bir sömürgecinin kabiliyeti dahilinde olmadı. Sömüren-sömürülen ilişkisini tesis etmek, ancak bu bağı kırmak yerine ona şekil vererek mümkün olabilirdi. Danslar da bu yeniden şekillendirmeden nasiplerini aldılar.
Sovyetler Birliği de, hükmettiği coğrafyada pek çok halkı benzer süreçlere tabi tutan bir rejimdi. Oluşturmaya çalıştıkları Sovyet kimliği için pek çok halka yönelik sömürge yöntemleri uygulamaktan çekinmediler. Kafkasya ve Çerkesler de bu süreçten nasiplerini aldı. Önceleri Çar ordularını eğlendirmek için kullanılan Kafkas dansları, SSCB dönemiyle birlikte yeniden sahne sanatlarına uyarlanarak, oluşturulmak istenen yeni kimliğin güçlü öğeleri haline geldiler. En bilineni Moiseyev olan çok sayıda folklör uzmanı birbirinden çok farklı çok sayıda dansı benzer kareografilerle sahneye taşıyarak tüm halklar üzerinde benzer duygular oluşturmaya çalıştılar. Sibirya halklarının danslarının sahne uyarlamasının pek çok okuyucumuza tanıdık geleceğini biliyoruz.
Diasporada devlet ilgisine mazhar olmayan danslar, uzun yıllar zenginliğini korumaya ve toplumsal yaşamın bir parçası olmaya devam edebildi. Endüstriyelleşme süreçleriyle birlikte geleneksel yapısı değişime uğrayan toplum asimilasyon çarkında dağılırken, II. dünya savaşı ardından Türkiye’ye kaçan profesyonel dansçılar, Sovyet stili Kafkas danslarını diasporaya taşımış oldular. Modernlikle karşılaştığı kent alanında yaşadığı çözülmede Çerkesler, ithal edilmiş de olsa tanıdıkları kıyafet ve figürlerle danslarını yeniden bir başka formasyonda keşfettiler. Ve bu dansları çok sevdiklerine de şüphe yok. 1950’li yıllardan beri binlerce insan dans ederek bir yandan sosyalleşirken bir yandan kimlikleriyle bağlarını koruduğunu hissetti. SSCB’de entegrasyonun bir parçası olarak icat edilmiş danslar diasporada direnişe tam anlamıyla sığınaklık yapar hale gelmişti.
Kendilerinden olmayanların ancak izleyici olarak yer bulabildiği bu etkinlikler Çerkesler için son derece önemliydi. Öyle ki kurulan pek çok dernek başka hiç bir faaliyet geliştirmezken dans ekipleri kültürel kimliğin en somut icra alanı haline geldi.
Türkiye’de neredeyse 60 yıllık bir serüvenin ardından Guşıps, dikkatini sayısı giderek artan II. baharlarla çok sayıda insanı yine dernek alanlarına taşıyan Kafkas danslarına yoğunlaştırdı.
Alanında uzman ve çok sayıda insanı dansçı olarak yetiştiren folklörcülerle görüşmeler gerçekleştirdik. Faal durumda pek çok dans ekibine ulaşıp görüşlerini sizlere taşıyarak dans faaliyetinin arkasındaki motivasyonu doğrudan size ulaştırmak istedik.
Ve yine halk dansları üzerinde sömürge deneyimini inceleyen bir makaleyi dikkatinize sunduk.
Dansların bir yandan toplumun benlik duygusu geliştirmesine katkıda bulunurken bir yandan yeni ifade alanlarının açılmasının önünde bir engel olup olmadığı sorusunu da sormaktı amacımız. Kimlik ve dans arasında kurulan bu bağın niteliğini sorgulamak için gerçekleştirdik görüşmelerimizi.
“Bizi güçlendirenin sonumuzu getirip getirmediğine” dair bir soruydu sormak istediğimiz.
Dosyamızın, cevaba giden yolda bir adım olabileceği umudundayız.